Bir önceki yazımda Rüzgar’la birbirimize uzun süreler maruz kaldığımız için çok anlamsız sebeplerden daha sık çatışmaya başladığımızdan bahsetmiştim. Bu yüzden Rüzgar’ın şu an yaşadıklarını daha iyi anlayabilmek için kendi ergenliğimi düşünmeye başladım.
Düşündükçe de bir sürü hikaye tekrar canlandı. İçimde hala bir parça o ergen kız var biliyorum. Hikayeler canlanınca, taa o zamanlar hayatı ciddiye almaya başladığımı fark ettim. Şimdi elimde bir fırsat olsa ve ergenliğime dönebilsem, o küçük kızın kulağına bir şey fısıldayacak olsam, şöyle derdim: “Hayatı ve insanları haddinden fazla önemseme, ciddiye alma, bu sözü de hep kendine hatırlatmanın bir yolunu bul!”
Çünkü insanların, özellikle de çok sevdiğimiz insanların zehirli oklarından hayatın hiçbir döneminde kaçış yoktur. Bu oklar bir kez isabet ettiğinde acısı virüs gibi kanımızı zehirlemeye başlar. Sizinle uğraşmak ve kızdırmak için ne söyleyeceklerini çok iyi bilirler, bu konuda ustadırlar, daha kötüsü sizi de bir süre sonra bu konuda usta yapacaklardır. Bir de evin en küçüğü olunca işiniz daha zordur. Ben kendi kendimi yıllarca zımpara kağıdıyla törpüleye törpüleye bir nebze bu izlerden -bu kötü şakalardan- özgürleştirmiş olsam da özgüveni zedelenmiş bir parçamın olduğunu biliyorum. Bunların beni güçlendirmek için de olduğunu idrak etsem de “Bu iş çok zor Yonca!” şarkısını söylemekten kendimi alamıyorum. 🙂 Ayrıca o zamanlar insanların gözüne çarpacak başka özellikleriniz de vardı. Ama görmediler işte:)
Okuması eğlenceli bir yazıyla sizi baş başa bırakıyorum. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.
Rahşan’la -benden bir büyük ablam- evde dans ediyoruz, annem ve ablamlar koltukta oturmuş bizi izliyorlar. Pardon beni değil Rahşan’ı izliyorlar. Mehveş ablam Rahşan’ı izlerken arada bana bakıp dişlerini tavşan yapıyor, gülüyor, sonra Rahşan’ı hayranlıkla izlemeye devam ediyor. Çok iyi hatırlıyorum beni de izlesinler diye kendimi yerden yere atıyorum. Daha önce Rahşan’la çalıştığımız zor hareketleri bile yapıyorum, yok, bana bakan yok. Annem “Yoruldun Aylin sen otur artık!” diyor bir gözü Rahşan’da. Hayran hayran bakıyor biricik kızına. Doğuştan dansta yetenekli ablam kadar güzel oynayamadığımın o zamanlar da farkındayım. Çünkü en büyük hayranı benim. Ama benim de bir çabam var işte, ben de en az onun kadar dans etmeyi seviyorum. Bizim evde çabanın bir kıymeti hiç olmadı, doğuştan yeteneklerin kıymeti vardı. Çaba ve çalışkanlık ne takdir edilir, ne de önemsenirdi. Bir şey doğuştan varsa vardır ve sadece o kıymetlidir.
Duvarın üstünde oturuyorum. İtibar geliyor, bir şeyler olmuş, yüzünden belli, tadı yok. “Ne oldu?” diyorum, “Boşver” diyor, “Hadi söyle” diye ısrar ediyorum, “Okulda bir şey mi oldu?” diye soruyorum. İtibar benim çok sevdiğim mahalle arkadaşım. O zamanlar arkadaşlarım okul ve mahalle olarak ikiye ayrılıyor. “Okulda bacaklarımla dalga geçtiler” diyor. Onun bacaklarına bakıyorum sonra da kendi bacaklarıma. “Benimkiler de senin gibi sıska ve yamuk” diyorum, o da “seninkiler biraz daha benimkilerden kalın” diyor. Yüzüne bakıyorum, çok üzgün gözüküyor, susuyoruz bir süre, “benim aklıma bir şey geldi, hadi bize gidelim” diyorum. Eve giriyoruz, neyse ki annem yok. Bulduğum en mantıksız çözümü söylüyorum. “Bacaklarımızı içeriye doğru bantlayıp üzerine de iki tane külotlu çorap giyeceğiz.” İtibar akıllı kız, dersleri filan gayet iyi, benim bulduğum bu saçma çözümü üzgün olduğundan mı yoksa çaresizlikten mi saçma bulmuyor ve deneyelim diyor bilmiyorum. Kalın yünlü külotlu çorapları, bandı ve makası alıyoruz. Kaval kemiğimizi sıkıştırıp içe doğru bantlıyoruz bacaklarımızı, bant bitiyor, ama pek bir şey değişmiyor, üst üste külotlu çorapları da giyiyoruz. Ayağa kalkıp birbirimize bakıyoruz. Hala iki çırpı bacak! İkimizde bacaklarımıza bakıp gülmeye başlıyoruz, neyse ki kangren olmadan bantları çıkarıyoruz ama işte o bantları çözmeye çalışırken öyle gülüyoruz ki şapşallığımıza dert ettiğimiz çırpı bacaklarımızı unutuyoruz. Ben arada hala çırpı bacaklarıma baktığımda hep aklıma İtibar ve bu anımız geliyor. Küçüklüğümüze selam yolluyorum. Bu satırları yazarken “İtibar acaba bir gün bu yazıyı okuycak mı?” diye içimi bir heyecan kaplıyor. Okursan yaz olur mu bana, yine çocukluğumuzda olduğu gibi çırpı bacaklarımıza bakıp kocaman kocaman gülelim.
“Kesin şu dişlerimi!” diye ağlıyorum, “Olmaz, kesemeyiz, kesersek bembeyaz dişlerin kararır” diyorlar, “Kararsın, herkes tavşan, dişlek diye dalga geçiyor.” diyorum. Ne desem, ne kadar gözyaşı döksem boş. Bu sefer de “hayır” cevabını veriyorlar. Üzgünüm ama pes etmiyorum, çünkü inatçıyım, kararlıyım ve bir ergenim.:) Bir doktoru mutlaka ikna edeceğim –Gerçekten ne kadar zor bir ergenmişim şimdi karmamı yaşıyorum sanki :)- Bu diş meselesiyle kafayı bozduğum ergenliğimde annemle gitmediğimiz diş doktoru kalmıyor. Hepsi aynı şeyi tekrarlıyorlar. Bu tavşan dişleri artık modaymış; buz rengi levi’s 501’in moda olması gibi, herkes özellikle ön dişlerini büyütüyormuş, bana ünlü bir mankenin resmini gösteriyorlar. İsmini şimdi bile hatırlıyorum: Claudia Schiffer, dişlerimiz hiç benzemiyor, benimkiler kocaman. Okulda, evde, mahallede gel tavşan, git tavşan deyip, bir de alt dudaklarını üst dişlerinin arkasına getirip dudaklarını ısırıp sözde beni taklit ediyorlar. Dediğim gibi bu sözlere ergenliğime kadar aldırış etmiyordum, dışardan nasıl göründüğümün hiç bir önemi yoktu. Sonra değiştim, nasıl olduğunu ben bile anlamadım. Çok hızlı oldu. Sadece dişlerini fırçalarken aynaya bakan ben gittim, yerine başka biri geldi. Yüzümdeki sivilceler ve tavşan dişlerim en büyük derdim oldu. Belgrad’a taşınırken, resimleri düzenliyorum, otuzlu yaşlara kadar dişlerimi hep gizlemeye çalışmışım, gülmemişim, hatta resimlerin çoğunda bu yüzden asık suratlıyım, halbuki biliyorum o anlarda çok mutluydum. Hatta bir kısmında tam gülümseyecekken herhalde son anda hatırlayıp dişlerim gözükmesin diye zorla dudaklarımı kapatmaya çalışmışım, daha kötü çıkmışım.
Hikayelerin devamı bir sonraki yazımda:)

